İDEALLER

Annesine, "Babam da bir kutup ayısı mıydı?"

diye soran küçük bir kutup ayısı vardı.

"Elbette senin baban da bir kutup ayısıydı."

"Fakat" diye bir süre sonra devam etti ufaklık

"Anne, sadece bana dedem de bir kutup ayısı mıydı söyler misin?"

"O da bir kutup ayısıydı."

Zaman geçer ve ufaklık annesine sormaya devam eder.

İyi ama ya benim büyük-büyükbabam? O da bir kutup ayısı mıydı?"

"Evet öyleydi fakat niye soruyorsun?"

"Çünkü donuyorum."

Osho, babamın bir kutup ayısı olduğu söylendi. Büyükbabamın da bir kutup ayısı olduğu söylendi, büyük-büyükbabamın da bir kutup ayısı olduğu söylendi. Fakat donuyorum bunu nasıl değiştirebilirim?

Babanı tanımıştım ve büyükbabanı tanımıştım ve büyük-büyükbabanı da tanımıştım. Ve onlar da donuyordu. Ve onların anneleri de aynı hikâyeyi onlara anlatıyordu. Baban bir kutup ayısıydı ve büyükbaban bir kutup ayısıydı ve büyük-büyükbaban da bir kutup ayısıydı.

Eğer donuyorsan, donuyorsun. Bu hikâyelerin bir yararı olmayacak. Bu basitçe kutup ayılarının bile donduğunu kanıtlar. Gerçeğe bak ve geleneklere yönelme ve geçmişe gitme. Eğer donuyorsan donuyorsundur. Ve bu, senin bir kutup ayısı olman bir teselli falan değildir.

Bu teselliler insanlığa verilmiştir. Sen ölürken ölürsün; birisi gelir ve şöyle der, "Korkma; ruh ölümsüzdür." Şimdi sen ölüyorsun.

Yolun ortasında düşüp ölmekte olan bir Yahudi duymuştum. Bir kalp krizi idi. Bir kalabalık toplandı ve dindar birilerini aradılar, dindar bir insan, bir rahip çünkü adam ölüyordu. Adamın kim olduğunu bilmeden bir Katolik rahip çıkageldi. Ölen adama yaklaştı ve şöyle dedi "İnanıyor musun? Üçlü birliğe inandığını beyan ediyor musun: Tanrı Baba, Kutsal Ruh ve Oğul İsa Mesih?"

Ölmekte olan Yahudi gözlerini açtı, "Ben ölüyorum ve o ise bana bilmece soruyor. Şimdi benim bu üçlemeyle ne yapmam gerekiyor? Ölüyorum. Sen ne saçmalıyorsun?" dedi.

Bir insan ölüyor ve sen onu, ruh ölümsüz diye teselli edersin. Bu tesellilerin bir yararı yok. Birisi acı çekiyor ve sen ona, "Acı çekme, bu sadece psikolojik" diyorsun. Bu nasıl yardımcı olsun? Onu daha da mutsuzlaştırıyorsun. Bu teorilerin pek bir faydası yoktur. Onlar teselli olmaya, kandırılmaya çalışılır.

Eğer donuyorsan donuyorsundur. Baban bir kutup ayısı mı diye sormaktansa bazı egzersizler yap. Zıpla, koş ya da dinamik meditasyon yap; ve donmayacaksın, sana söz veriyorum. Babanı ve büyük babanı ve büyük-büyükbabanı tamamen unut. Sadece kendi gerçeğini dinle. Eğer donuyorsan o zaman bir şey yap. Ve bir şey her zaman yapılabilir. Ancak bu yol değil; sen yanlış yoldasın. Sen sürekli sormaya ve sormaya devam edebilirsin ve elbette zavallı anne seni teselli etmeye devam edecek.

Soru güzel, çok anlamlı, son derece önemli, insanlık böyle acı çekiyor. Acıyı dinle. Problemin içine bak ve problemin dışında herhangi bir çözüm aramaya çalışma. Problemin içine doğrudan bak ve her zaman orada çözümler bulacaksın. Sorunun içine bak; cevabı isteme.

Örneğin sürekli olarak, "Ben kimim?" diye sorabilirsin. Hıristiyan'a gidebilirsin ve o sana "Sen Tanrı'nın bir evladısın ve Tanrı seni çok seviyor" diyecektir. Ve senin aklın karışacak çünkü Tanrı seni nasıl sevebilir?

Bir din adamı Nasrettin Hocaya "Tanrı seni çok Seviyor" dedi.

"O beni nasıl sevsin? Beni tanımıyor bile" dedi.

Ve din adamı, "Bu yüzden seni sevebilir. Biz seni tanıyoruz. Biz seni sevemiyoruz; çok zor" dedi.

Yahut Hindulara gidip sorabilirsin ve onlar sana "Sen Tanrının kendisisin" derler. Tanrının oğlu değil, sen Tanrı'nın kendisisin. Fakat senin hâlâ baş ağrın ve migrenin var ve senin Tanrının nasıl migreni olabileceği konusunda kafan karışık. Ve bu problemi çözmez.

"Ben kimim?" diye sormak istersen hiç kimseye gitme. Sessizce otur ve kendi varlığına derinlemesine sor. Sorunun yankılanmasına izin ver. Sözel olarak değil. Varoluşsal olarak sorunun kalbini delen bir ok gibi olmasına izin ver: "Ben kimim?" Ve soru ile birlikte hareket et.

Ve onu cevaplamak için acele etme çünkü onu cevaplarsan bu cevap başka birisinden — bir din adamından, bir politikacıdan, bir gelenekten— gelmiş olacaktır. Hafızandan yanıtlama çünkü hafızan bütünüyle ödünç alınmıştır. Senin hafızan tıpkı bir bilgisayar gibi son derece ölüdür. Senin hafızanın bilmekle hiçbir alakası yoktur. O senin içine yerleştirilmiştir. Bu yüzden sen "Ben kimim?" diye sorduğunda hafızan, "Sen büyük bir ruhsun" derse dikkatli ol. Tuzağa düşme. Tüm bu pisliği, tüm bu kokuşmuşluğu reddedebilirsin sadece reddedebilirsin.

Sen sadece "Ben kimim?... Ben kimim?... Ben kimim?..-" diye sormaya devam et ve bir gün göreceksin ki soru da kaybolmuş. Sadece bir susuzluk kalmış: "Ben kimim?" gerçekten soru değil, bir susuzluk — tüm varlığın susuzluktan titriyor— "Ben kimim?"

Ve bir gün göreceksin ki sen dahi orada değilsin: Sadece susuzluk mevcut. Ve varlığının bu yoğun, tutkulu halinin içindeyken ansızın bir şeyin infilak ettiğini fark edeceksin. Ansızın sen kendinle yüz yüze gelmişsindir. Ve sen kim olduğunu bilirsin.

Babana, "Ben kimim?" diye sormanın bir yolu yoktur. O kendisi de kim olduğunu bilmiyor. Büyükbabana ya da büyük-büyükbabana sormanın bir yolu yoktur. Sorma! Annene sorma, topluma sorma, kültüre sorma, medeniyete sorma.

Kendi, en derinindeki özüne sor.

Hakikaten cevabı bilmek istiyorsan içeriye doğru yönel ve bu içe yönelik tecrübeden değişim gelir.

"Bunu nasıl değiştirebilirim?" diye soruyorsun. Onu değiştiremezsin. Önce kendi gerçeğinle yüzleşmek zorundasın ve bu yüzleşmenin ta kendisi seni değiştirecek.

Bir gazeteci, devletin desteklediği bir huzurevindeki yaşlı, çok yaşlı bir adamdan insanların ilgisini çekebilecek bir hikâye çıkarmaya çalışıyordu.

"Amca, unutmuş olduğun bir akrabanın sana beş milyon dolar bırakmış olduğunu bildiren bir mektup alsaydın nasıl hissederdin?" diye aceleyle sordu gazeteci.

"Evlat, hâlâ doksan dört yaşında olurdum" diye ağırdan alarak cevap geldi.

Anladın mı? Yaşlı adam, "Ben doksan dört yaşındayım. Beş milyon dolar alsam bile onla ne yapacağım ki? Yine doksan dört yaşında olacağım" diyor.

Buda'nın söylediğinin, Mahavira'nın söylediğinin, İsa'nın söylediğinin sana bir faydası yok. Sen donuyorsun; sen hâlâ doksan dört yaşındasın. Dünyanın tüm bilgileri başından aşağıya dökülse bile bunun bir faydası olmayacak: Sen hâlâ donuyorsun; sen hâlâ doksan dört yaşındasın. Senin içinde bazı deneyimler, varlığını dönüştürecek birtakım yaşamsal tecrübeler ortaya çıkmadıkça ve sen yeniden genç, yeniden canlı hale geçmedikçe hiçbir şeyin kıymeti yok.

Bu yüzden başkalarına sorma. Öğrenilecek ilk ders budur. Kendine sor. Ve o zaman da hatırla —çünkü diğerleri oraya çoktan cevaplar koymuştur, o yüzden bu cevaplar geliyor olacak— bu cevaplardan uzak dur. Soru senindir, bu yüzden hiç kimsenin cevabının bir faydası dokunamaz.

Soru senindir; cevap da senin olmak zorundadır.

Buda içmiştir ve tatmin olmuştur. İsa içmiştir ve esrimiştir. Ben içtim fakat bunun senin susuzluğuna ne faydası olacak? Senin kendinin içmesi gerekecektir.

Bir gün bir imparator, büyük bir sufi mistiğinin huzuruna çıkıp kendileri için dua etmesini istemişti. Mistik geldi fakat dua etmeyi reddetti "Bu imkânsız. Sizin için nasıl dua edebilirim?" dedi. "Kişinin kendisi için yapması zorunlu olan birkaç şey vardır. Örneğin bir kadınla sevişmek isterseniz bunu kendiniz yapmak zorundasınız. Bunu sizin adınıza ben yapamam. Ya da burnunuzu sümkürmek isterseniz bunu kendiniz yapmalısınız. Sizin adınıza ben kendi burnumu sümküremem; bunun hiçbir faydası olmayacaktır. Dua da böyledir. Sizin için nasıl dua edebilirim? Siz dua edin. Ben kendim için dua edebilirim" dedi mistik. Ve gözlerini kapattı ve muhteşem bir duanın içine girdi.

Senin için yapabileceğim şey budur. Benim için problem kayboldu. Fakat o başka hiç kimsenin cevabıyla kaybolmadı. Hiç kimseye sormadım. Aslında tüm gayret başkalarının —son derece cömertçe— vermiş olduğu tüm cevaplardan vazgeçmek olmuştur.

İnsanlar sana tavsiyede bulunmaya devam eder durur. Onlar kendi tavsiyelerinde çok cömerttir. Onlar başka hiçbir şey konusunda cömert olmayabilirler. Ancak tavsiye konusunda onlar son derece cömerttir, muazzam insanlardır. Sen sor ya da sorma onlar, tavsiye vermeye devam ederler.

Tavsiye çok fazla miktarda sunulan ve asla alınmayan yegâne şeydir. Hiç kimse onu almaz.

Bir ağacın altında oturan iki serseri olduğunu duymuştum. Bir tanesi, "Ben bu hale düştüm çünkü hiç kimsenin tavsiyesini hiçbir zaman dinlemedim" diyordu.

Ve diğeri ise, "Kardeşim, ben bu hale düştüm çünkü herkesin tavsiyesine uydum" dedi.

Yolculuk sana ait olmak zorunda.

Sen donuyorsun, biliyorum. Sen acı çekiyorsun, hayat zor biliyorum. Ve senin için hiçbir tesellim yok. Ve seni teselli etmeye inanmıyorum çünkü tüm teselliler bir ertelemeye dönüşür. Anne yavru ayıya, "Evet, baban bir kutup ayısıydı" der. Ve bir süreliğine o donmamaya çalışır çünkü kutup ayılarının donmaması gerekir fakat bunun bir yararı yoktur. Yeniden sorar, "Anne, büyükbabam da bir kutup ayısı mıydı?" O, "Benim atalarımda yanlış giden bir şey mi vardı bu yüzden mi donuyorum?" diye bilmeye çalışıyordu. Ve anne şöyle der, "Evet, büyükbaban da bir kutup ayısıydı." Yine o, donmayı ertelemeye çalışır ama onu erteleyemezsin. Birazcık uzatabilirsin; o yine oradadır. Gerçeklikten kaçılamaz.

Teorilerin pek bir faydası olmaz. Teorileri unut ve olguları dinle. Sen mutsuz musun? O zaman mutsuzluğun içine bakmak gerekir. Öfkeli misin? Bu öfkenin içine bakmak zorundasın. Cinsellik mi hissediyorsun? O zaman başkalarının onun hakkında söylediklerini unut; sadece kendi içine bak. Bu senin hayatın ve onu yaşamak durumundasın. Ödünç alma. Asla ikinci el olma. Tanrı birinci el insanları sever. Onun karbon kopyaları sevdiği hiç görülmemiştir. Sen ilk elden ol, orijinal ol, kendine özgü ol, birey ol, kendin ol. Ve problemlerinin içine bak.

Ve sana söyleyebileceğim sadece tek bir şey var. Çözüm probleminin içinde gizlenmiştir. Problem sadece bir tohumdur. Şayet onun içine derinlemesine inersen, çözüm onun içinden fışkıracaktır. Senin cehaletin tohumdur. Şayet onun derinine inersen onun içinden bilgi çiçekleri açacaktır. Senin donman, senin titremen problemdir. Onun içine gir ve onun içinden sıcaklık ortaya çıkacaktır.

Aslında sana her şey verilmiştir: Soru ve cevabın her ikisi de, problem ve çözümün her ikisi de, cehalet ve bilgeliğin her ikisi de. Sadece içeriye doğru bakman gerekir.



Bana öyle geliyor ki insanlar için sadece kendileri olmak yeterli hissettirmiyor. Niçin çoğu insanda sadece basit insanlar olmaktansa, güce ve prestije ve bunun gibi şeylere ulaşmak için böylesi bir tutku var?

Bu karmaşık bir soru, bunun iki yönü var. Ve her ikisinin de anlaşılması gerekir. Birincisi: Sen asla anne baban, öğretmenler, komşular, toplum tarafından kendin olarak kabul edilmedin. Herkes seni geliştirmeye, seni daha iyi yapmaya çalışıyordu. Herkes tüm insanların yapmaya meyilli olduğu kusurlara, hatalara, yanlışlara, zayıflıklara, güçsüzlüklere parmak basıyordu. Hiç kimse senin güzelliğini vurgulamadı, hiç kimse senin zekânı vurgulamadı, hiç kimse senin ihtişamını vurgulamadı.

Sadece canlı olmak öylesine büyük bir armağandır ki fakat kimse hiçbir zaman sana varoluşa şükran duymanı söylemedi. Tam aksine herkes somurtkandı, şikâyetçiydi. Doğal olarak şayet yaşamının ta en başından itibaren seni çevreleyen her şey olman gereken şey olmadığını söylerse, izlemek zorunda olduğun ve olmak zorunda olduğun büyük idealler vermeye devam ederse, senin olduğun hal asla onurlandırılmaz. Onurlandırılan şey senin geleceğindir: Şayet sen saygıdeğer, güçlü, zengin, entelektüel, sadece herhangi birisi değil bir şekilde ünlü birisi olabilirsen.

Sana karşı yapılan kesintisiz koşullandırma sende şöyle bir fikir oluşturmuştur: "Ben olduğum halimle yeterli değilim bir şeyler eksik ve başka bir yerde olmalıyım burada değil. Olmam gereken yer bu değil, daha yüksek, daha güçlü, daha hükümran, daha saygıdeğer, daha tanınmış bir yer."

Bu hikâyenin yarısıdır. Çirkindir, böyle olmaması gerekir. İnsanlar sadece birazcık daha nasıl anne olunacağı, nasıl baba olunacağı, nasıl öğretmen olunacağı konusunda zeki olsalardı bu basitçe ortadan kaldırılabilirdi.

Çocuğu şımartmana gerek yok. Onun öz saygısına, onun kendisini kabulüne gelişmesi için yardım etmen gerekir. Oysa tam tersine sen gelişim için bir engel haline geliyorsun. Bu çirkin kısımdır ama basit kısımdır. Bu ortadan kaldırılabilir çünkü olduğun şey olmaktan sorumlu olmadığını doğanın seni bu şekilde yaptığını görmek; o kadar basit ve mantıklıdır ki. Şimdi dökülmüş olan süt için gereksizce ağlamak aptallıktan başka bir şey değildir.

Ancak ikinci kısmı son derece önemlidir. Tüm bu koşullanmalar kaldırılmış bile olsa —sendeki tüm programlar silinse, zihninden tüm bu fikirler alınsa bile—o zaman da sen yine yetersiz olduğunu hissedeceksin; ancak bu bütünüyle farklı bir tecrübe olacaktır. Sözcükler aynı olacaktır fakat deneyim farklı olacaktır.

Sen yeterli değilsin çünkü sen daha fazlasısın. Ünlü, saygıdeğer, güçlü, zengin olmak artık bir mesele olmaktan çıkacaktır. Artık böyle şeyler ilgini çekmeyecek. Senin ilgilendiğin şey varlığının sadece bir tohum olması olacak. Doğduğunda sen bir ağaç olarak doğmadın, sen sadece bir tohum olarak doğdun ve sen çiçek açmaya başlayacağın noktaya kadar gelişmelisin ve bu çiçeklenme senin tatminin, senin doyumun olacak.

Bu çiçek açmanın güçle hiç ilişkisi yoktur, parayla ilişkisi yoktur, politikayla ilişkisi yoktur. Onun kesinlikle seninle bir alakası vardır; bu bireysel bir gelişimdir. Ve bunun için diğer koşullanma bir engeldir, o bir çarpıtmadır, o gelişim için var olan doğal özlemin kötüye kullanılmasıdır.

Her çocuk sevgiyle, şefkatle, dinginlikle dolu tamamıyla gelişmiş bir insan haline gelmek ve gelişmek üzerine doğar. O kendi içinde bir kutlama haline gelmelidir. Bu rekabetle alakalı bir şey değildir, kıyaslamakla alakalı bir şey dahi değildir.

Ancak ilk çirkin koşullanma seni yolundan saptırır çünkü büyüme isteği, daha çoğu haline gelme dürtüsü, genişleme dürtüsü toplum tarafından, menfaat grupları tarafından kullanılır. Onlar bunun yönünü değiştirir. Onlar senin zihnini doldururlar böylelikle sen bu dürtünün daha çok para kazanmak olduğunu, bu dürtünün siyasette, eğitimde her şekilde en tepede olmak anlamına geldiğini düşünürsün. Nerede olursan ol en tepede olmak zorundasın; bundan azı olduğunda sen iyi gitmediğini hissedeceksin, çok derin bir aşağılık kompleksi hissedeceksin.

Tüm bu koşullanma bir aşağılık kompleksi üretir çünkü o senin üstün haline gelmeni, başkalarından daha üstün olmanı ister.

O sana rekabeti, kıyaslamayı öğretir.

O sana şiddeti, savaşı öğretir.

O sana araçların önemli olmadığını, önemli olanın sonuç olduğunu; başarının hedef olduğunu öğretir.

Ve bu çok kolaylıkla yapılabilir çünkü sen zaten bir gelişme dürtüsüyle, başka bir yerde olma dürtüsü ile doğarsın. Bir tohum çiçek haline gelmek için çok uzaklara yol almak zorundadır. Bu kutsal bir yolculuktur. Bu dürtü güzeldir. Bu doğanın kendisi tarafından verilmiştir. Fakat toplum bugüne kadar son derece kurnaz olmuştur; o senin doğal içgüdünü toplumsal bir faydaya dönüştürür, çevirir, yönlendirir.

Bu iki yön sana nereye gidersen git bir şeyin eksik olduğu duygusunu veriyor; sen bir şey kazanmak, bir şey elde etmek, bir kazanan, bir tırmanan olmak zorundasın.

Şimdi senin zekâna, neyin senin doğal dürtün ve neyin toplumsal koşullanma olduğunu netleştirmek için ihtiyaç var. Toplumsal koşullanmayı sök at —o tamamen pisliktir— bu sayede doğa saf ve kirlenmemiş kalır. Ve doğa her zaman için bireycidir.

Sen gelişeceksin ve sen çiçek açacaksın ve senin güllerin olabilir. Başka birisi gelişebilir ve çuha çiçekleri olacaktır. Senin güllerin olduğu için daha üstün değilsin; onun çuha çiçekleri olduğu için daha aşağılık değil. Her ikiniz de çiçek açtınız, önemli olan nokta budur. Ve bu çiçek açma çok derin bir tatmin verir. Tüm hayal kırıklıkları, tüm gerginlik kaybolur; çok anlayışın ötesine geçen yoğun bir huzur içini kaplar. Ancak ilk olarak senin toplumsal pisliği tamamıyla söküp atman gerekir; aksi taktirde o seni rahatsız etmeye devam edecektir.

Sen zenginliğe sahip olmayı değil, zengin olmalısın. Zenginlik başka bir şeydir. Bir dilenci zengin olabilir ve bir imparator fakir olabilir. Zenginlik varlığın bir niteliğidir.

Büyük İskender, sadece tek bir lambası olan —bu onun yegâne sahip olduğu şeydi — çıplak bir dilenci Diyojen ile buluştu. Ve o, gündüz vakti bile lambasını yanar halde tutuyordu. O açıkça garip bir şekilde davranıyordu; İskender bile ona, "Niçin bu lambayı gündüz de açık tutuyorsun?" diye sormak zorunda kaldı.

Lambasını kaldırdı ve İskender'in yüzüne baktı ve "Gece gündüz gerçek insanı arıyorum ve onu bulamıyorum" dedi.

İskender kendisine, dünya fatihine böyle bir şeyin çıplak bir dilenci tarafından söylenebilmesinden şok olmuştu. Fakat o Diyojen'in çıplaklığının içinde çok güzel olduğunu görebiliyordu. Gözleri öylesine dingin, yüzü öylesine huzurlu, sözleri öylesine otoriter, varlığı öylesine serin, sakin ve yatıştırıcıydı ki İskender hakarete uğramış hissetmesine rağmen ona karşılık veremedi. Adamın mevcudiyeti o kadar çoktu ki İskender onun yanında bir dilenci gibi görünüyordu. Günlüğünde, "İlk kez zenginliğin paraya sahip olmak dışında bir şey olduğunu hissettim. Zengin bir adam görmüştüm" diye yazmıştı.

Zenginlik senin içtenliğindir, samimiyetindir, hakikatindir, sevgindir, yaratıcılığındır, duyarlılığındır, meditasyon halindir. Bu senin gerçek refahındır.

Toplum senin başını sıradan şeylere doğru çevirmiştir. Ve sen başının yerinden oynatıldığını tamamıyla unutmuşsundur. Gerçekleşmiş bir öyküyü anımsıyorum...

Hindistan'da adamın biri motosikletle gidiyordu ve çok soğuktu bu yüzden paltosunun arkası önüne gelecek şekilde giymişti çünkü göğsü çok üşüyordu ve rüzgâr doğrudan ona çarpıyordu. Yolun diğer tarafından bir sardar (Ç.N. Sihler için kullanılan saygıdeğer bir sıfat) geliyordu. Sardar'lar basit insanlardır. Gözlerine inanamadı çünkü şöyle düşündü: "Bu adamın başı ters tarafta!"

O kadar korkmuştu ki yakınlaştıkça motosikletiyle zavallı adamın üzerine doğru devrildi ve adam yere düştü ve neredeyse bilincini kaybetti. Sardar yakından baktı ve "Aman Tanrım bu adama ne olmuş? Şehir çok uzakta hastane çok uzakta ama mutlaka bir şey yapmalı" dedi.

Sardar'lar Hindistan'daki en güçlü kuvvetli insanlardır. Ve zavallı adam bilinçsizdi. O da adamın kafasını paltosuna göre doğru yere yerleştirdi. Tam o an polis arabası oraya ulaştı ve polis, "Neler oluyor?" diye sordu.

"Tam zamanında geldiniz, şu adama bakın: Motorundan düşmüş" dedi. "Canlı mı, ölmüş mü?" diye sordular.

"Adamın başı yanlış pozisyondayken yaşıyordu onun kafasını doğru pozisyona çevirdiğim zaman nefes alması durdu" dedi Sardar.

Polisler, "Sen sadece kafa ile biraz fazla ilgilenmişsin. Kafanın değil, paltonun yanlış yerde olduğunu görmemişsin!" dedi.

"Biz yoksul ve basit insanlarız. Bugüne kadar hiçbirisini düğmeleri arkasında bir palto giyerken görmemiştim. Bir kaza olduğunu düşündüm. Bilinçsiz olmasına rağmen nefes alıyordu. Başını çevirdim. Biraz zor oldu ama bir şey yapmak istediğimde yaparım. Yaptım ve başını paltoya tam olarak uyar hale gelene kadar çevirdim. O zaman nefes alması durdu. Garip bir adamcağız!" dedi.

Senin kafan, senin zihnin, pek çok insan tarafından senin nasıl olman gerektiği konusundaki kendi fikirlerine göre pek çok yöne doğru çevrilmiştir. Kötü bir niyet yoktu. Anne baban seni sevdi, öğretmenlerin seni sevdi, toplumun senin bir şey olmanı istedi. Onların niyetleri iyiydi fakat onların anlayışı çok kıttı. Onlar senin bir çuha çiçeğini, gül ya da tam tersini yapamayacağını unutmuşlardı.

Yapabileceğin tek şey güllerin daha büyük, daha renkli, daha hoş kokulu olarak gelişmesine yardım etmektir. Renklerin ve kokuların dönüşmesi için gerekli olan her türlü maddeyi —ihtiyaç duyulan gübreyi, doğru toprağı, doğru zamanda doğru olan sulamayı — verebilirsin. Fakat bir gül goncasının nilüfer üretmesini sağlayamazsın.

Ve sen şayet gül goncasına, "Sen nilüfer haline gelmek zorundasın" —ve elbette nilüferler büyüktür ve güzeldir— fikrini aşılamaya başlarsan sen sadece bu goncanın asla nilüfer üretememesine yardımcı olacak bir yanlış koşullandırma yapıyorsun. Ve ayrıca onun tüm enerjisi yanlış bir yola yönlendirilecektir. Böylelikle o gül bile üretemeyecektir. Çünkü o gül yapacak enerjiyi nereden bulacaktır? Ve nilüferler, güller olmayınca elbette ki bu zavallı gonca sürekli olarak boş, hayal kırıklığına uğramış, değersiz, çorak hissedecektir.

Ve insanların başına gelen şey budur. Tüm iyi niyetlerle insanlar senin zihnini döndürür. Daha iyi bir toplumda, daha anlayış sahibi insanlarla kimse seni değiştirmeyecek. Herkes senin kendin olmana yardım edecek. Ve kendin olmak dünyadaki en zengin şeydir. Kendin olmak sana tatmin olmuş hissetmek için ihtiyaç duyduğun, hayatını anlamlı, önemli kılabilecek her şeyi verir.

Sadece kendin olmak ve kendi doğana uygun bir şekilde gelişmek alnına yazılmış olanın gerçekleşmesini sağlar.

Dolayısıyla bu dürtü kötü değildir fakat yanlış nesnelere doğru yönelmiştir. Ve sen ne kadar niyetleri iyi de olsa hiç kimse tarafından maniple edilmemek için dikkatli olmak zorundasın. Kendini, sürekli olarak sana şu ol, bu ol diye tavsiyelerde bulunan çok sayıdaki iyi niyetli, iyiliksever insanlardan kurtar. Onları dinle ve onlara teşekkür et. Onlar zarar vermek istemiyor fakat olan şey zarardan başka bir şey değil.

Sen sadece kendi kalbini dinle; senin yegâne öğretmenin odur.

Hayatın gerçek yolculuğunda kendi sezgin senin yegâne öğretmenindir.

Sezgi anlamına gelen İngilizce intuition sözcüğüne hiç dikkat ettin mi? O ders anlamına gelen tuition ile aynıdır. Ders (tuition) dışardan öğretmenler tarafından verilir; sezgi (intuition) kendi doğan tarafından içerden verilir. Kendi içinde rehberine sahipsin. Birazcık cesaretle bir daha asla değersiz olduğunu hissetmeyeceksin. Bir ülkenin cumhurbaşkanı olmayabilirsin, bir başbakan olmayabilirsin, Henry Ford olmayabilirsin ama buna gerek yok. Çok iyi bir şarkıcı olabilirsin, güzel bir ressam olabilirsin. Ve ne yaptığının önemi yoktur... Çok muhteşem bir ayakkabıcı olabilirsin.

Abraham Lincoln Amerikan başkanı olduğunda... Babası ayakkabıcılık yapmaktaydı ve tüm Senato bir ayakkabıcının oğlu en zengin insanlara, daha çok parası olduğu için, uzun zamandır tanınmış olan ailelerden geldikleri için üstün hisseden üst sınıf insanlara başkanlık edeceği için biraz utanç hissediyordu. Tüm Senato utanç, öfke, bir şekilde rahatsızlık hissediyordu; hiç kimse Lincoln başkan olduğu için mutlu değildi. Son derece ukala, burjuva olan bir adam, Lincoln Senato'ya ilk konuşmasını yapmadan önce ayağa kalktı. Ve şöyle dedi: "Bay Lincoln, siz başlamadan önce bir ayakkabıcının oğlu olduğunuzu hatırlatmak isterim." Ve tüm Senato güldü. Onlar Lincoln'ü aşağılamak istediler; onu yenemezlerdi fakat onu aşağılayabilirlerdi. Ancak Lincoln gibi bir adamı aşağılamak zordur.

Adama, "Ölmüş olan babamı bana hatırlattığınız için size son derece müteşekkirim. Sizin tavsiyenizi her zaman hatırlayacağım. Babamın ayakkabıcılığında olduğu gibi muazzam bir başkan olamayacağımı biliyorum" dedi. Lincoln'ün konuya yaklaşımı sayesinde çıt çıkmıyordu.

Ve adama, "Bildiğim kadarıyla babam sizin ailenize de ayakkabılar yapıyordu. Şayet ayakkabılar ayağınızı vurursa ya da başka sorunlar varsa —her ne kadar muhteşem bir ayakkabıcı olmasam da çocukluğumdan beri sanatı babamla birlikte öğrenmişimdir — onları halledebilirim. Ve bu Senato'daki herkes için geçerlidir; şayet ayakkabıları babam yaptıysa ve herhangi bir sorun varsa, herhangi bir tamir gerekiyorsa ben her zaman buradayım. Sadece şurası kesin ki ben çok iyi olamam. Onun dokunuşu altındandı" dedi. Ve muhteşem babasının anılarıyla gözlerinden yaşlar aktı.

Hiç önemi yoktur sen üçüncü sınıf bir başkan olabilirsin, sen birinci sınıf bir ayakkabıcı olabilirsin. Tatmin edici olan senin yaptığın işten keyif alman, tüm enerjini onun içine koyman, başka birisi olmak istememen, olmak istediğin şeyin bu olması, doğanın bu dramda sana oynaman için verdiği tirat için aynı fikirde olman ve onu bir başkan ya da bir imparatorla değiştirmeye istekli olmamandır. Gerçek zenginlik budur. Gerçek güç budur.

Şayet herkes kendisi olarak büyürse tüm yeryüzünün, muazzam kudrete, zekâya, anlayışa sahip güçlü ve yuvaya varmış olmanın coşkusuna ve tatminine sahip insanlarla dolu olduğunu göreceksin.

İdeal sözcüğü benim için kirli bir sözcüktür. Benim ideallerim yok. İdealler seni delirtmiştir. Tüm yeryüzünü bir tımarhaneye dönüştüren şey ideallerdir. İdeal senin olman gereken şey olmadığın demektir. Bu gerginlik, kaygı, keder yaratır. Bu seni böler, seni şizofren yapar. Ve ideal gelecektedir ve sen ise buradasın. Ve sen ideal olmadığın sürece nasıl yaşayacaksın? Önce ideal ol sonra yaşamaya başla; ve bu asla gerçekleşmez. Bu eşyanın tabiatı gereğince gerçekleşemez.

İdealler imkânsızdır. Bu yüzden onlar ideallerdir. Onlar seni delirtir ve seni ruh hastası yapar. Ve kötülemek ortaya çıkar çünkü sen her zaman idealin gerisinde kalırsın. Suçluluk duygusu yaratılır. Aslında din adamlarının ve politikacıların yapmakta olduğu şey budur; onlar sende suçluluk duygusu yaratmak ister. Suçluluk yaratmak için onlar idealleri kullanır; basit mekanizma budur. Öncelikle bir ideal ver, ve sonra suçluluk duygusu otomatikman gelir.

Eğer sana iki göz yeterli değil, üç göze ihtiyacın var üçüncü gözünü aç dersem... Lopsang Rampa oku; üçüncü gözünü aç. Ve şimdi şu şekilde ve bu şekilde çok dene, çok çalış, başının üzerinde dur ve bir mantra söyle; ve üçüncü göz açılmaz. Şimdi sen suçluluk duymaya başlarsın. Bir şey eksik...sen doğru kişi değilsin. Sen depresyona girersin. Üçüncü gözü sert bir şekilde ovalarsın ve o açılmaz.

Tüm bu saçmalıklara dikkat et. Bu iki göz güzeldir. Ve sadece tek bir gözün varsa bu mükemmeldir. Sen sadece kendini olduğun gibi kabul et. Tanrı seni mükemmel yarattı, o sende hiçbir şeyi eksik bırakmadı. Ve şayet sen bir eksiklik olduğunu hissediyorsan, bu da mükemmelliğin bir parçasıdır. Sen mükemmel bir şekilde mükemmel değilsin. Tanrı daha iyi bilir: Mükemmel olmamanın içinde sadece gelişmek vardır, sadece mükemmel olmamanın içinde akış vardır, sadece mükemmel olmamanın içinde bir şeyler mümkündür. Sen sadece mükemmel olsaydın bir taş kadar ölü olurdun. O zaman hiçbir şey olmazdı, o zaman hiçbir şey olamazdı. Şayet beni anlarsan sana şunu söylemek isterim: Tanrı da mükemmel bir şekilde mükemmel değil; aksi taktirde o çok önceden ölmüş olurdu. Friedrich Nietzsche'nin "Tanrı öldü" diye ilan etmesini beklemezdin.

Şayet mükemmel diye bir şey olsaydı bu Tanrı ne yapardı? O zaman o hiçbir şeyi yapamazdı. O zaman o herhangi bir şey yapmak için özgürlüğe sahip olamazdı. O gelişemezdi; gidecek hiçbir yer yok. O basitçe orada takılırdı. İntihar bile edemezdi çünkü sen mükemmel olduğunda böyle şeyler yapmazsın.

Kendini olduğun gibi kabul et.

Ve ben hiçbir şekilde herhangi ideal bir toplumla ilgilenmiyorum. Ben ideal bireylerle ilgilenmiyorum.

Ben idealizmle hiç ilgilenmiyorum.

Ve bana göre toplum yoktur, sadece bireyler vardır. Toplum sadece işlevsel bir yapıdır, kullanışlıdır. Bir toplumla karşılaşamazsın. Sen hiç, bir toplumla karşılaştın mı? Sen hiç insanlıkla karşılaştın mı? Sen hiç Hıristiyanlık ile, Hinduizm ile, İslam ile karşılaştın mı? Hayır, sen her zaman birey, somut, elle tutulabilir olan bireyle karşılaşırsın.

Ancak insanlar toplumu nasıl geliştireceklerini, ideal toplumu nasıl oluşturabileceklerini düşünmüşlerdir. Ve bu insanların bela oldukları kanıtlanmıştır. Büyük zarar vermişlerdir. Onların ideal toplumları yüzünden insanların kendilerine olan saygısını yok etmişlerdir ve herkeste suçluluk duygusu yaratmışlardır.

Herkes suçluluk hisseder ve hiç kimse olduğu hali ile mutlu değil gibidir. Sen herhangi bir şey için suçluluk yaratabilirsin. Ve bir kez suçluluk yaratıldığında sen güçlü hale gelirsin. Sende suçluluk yaratan kişi, senin üzerinde kudret sahibi olur —bu stratejiyi aklında tut— çünkü sadece o zaman o seni suçlu durumdan kurtarabilir. O zaman ona gitmek zorundasın. Rahip önce suçluluk duygusu yaratır, sonra sen kiliseye gitmek zorunda kalırsın. O zaman sen gitmek ve "Bir günah işledim" diye günah çıkarmak zorundasın. Ve o, seni Tanrı adına affeder. Önce Tanrı adına sende suçluluk yarattı sonra seni Tanrı adına affetti. Şu öyküyü dinle...

Calvin annesi tarafından çok ağır bir günah işlerken yakalanmıştı ve hemen günah çıkarmaya gönderildi.

"Peder, kendimle oynadım" dedi Calvin.

"Niçin bunu yaptın?" diye gerçekten öfkeli bir şekilde bağırdı papaz.

"Yapabileceğim daha iyi bir şey yoktu" dedi Calvin.

"Ceza olarak beş kere Babalarımız, beş kere Kutsal Meryem oku" dedi.

Bir hafta sonra Calvin'in annesi onu yeniden yakaladı ve bir kez daha günah çıkarmaya gönderildi.

"Peder, kendimle oynadım."

"Niçin bunu yaptın?"

"Yapabileceğim daha iyi bir şey yoktu" dedi Calvin.

"Ceza olarak on kez Babalarımız, beş kez Kutsal Meryem oku" dedi peder.

Sonraki hafta Calvin yine suçluydu.

"Yine gidiyorsun" dedi annesi. "Ve bu çikolatalı pastayı aziz pedere götür."

Uzun kuyrukta beklerken Calvin pastayı bitirdi. Günah çıkarma odasında, "Peder, annem sana bir çikolatalı pasta gönderdi ama ben beklerken hepsini yedim" dedi.

"Niçin bunu yaptın?" diye sordu peder.

"Yapabileceğim daha iyi bir şey yoktu."

"O halde niçin kendinle oynamadın."

Rahip senin ne yaptığınla ilgilenmez, onun kendi menfaatleri; kendi çikolatalı pastaları vardır. Ve senin cehenneme kadar yolun var! O zaman sen canın ne isterse yapabilirsin. Ama çikolatalı pasta nerede?

Onlar suçluluk duygusu yaratır sonra onlar seni Tanrı adına affeder. Onlar seni günahkâr yapar. Ve sonra derler ki, "Şimdi İsa'ya gel, o kurtarıcıdır." Seni kurtaracak hiç kimse yok çünkü her şeyden önce sen hiçbir günah işlemedin. Senin kurtarılman gerekmiyor.

Ben hiçbir ideal toplumla ilgilenmiyorum. Lütfen bu hayalden vazgeç; bu, dünyada çok büyük kâbuslar yaratmıştır. Artık politik olarak hiçbir şey yapılamayacağını aklında tut. Politika ölmüştür. Sağa ya da sola, neye oy verirsen ver, bunu hayallere kapılmadan yap. Herhangi bir sistemin bir kurtarıcı olacağı fikrini terk etmek gereklidir. Hiçbir sistem kurtarıcı olamaz: Komünizm, faşizm, Gandicilik. Hiçbir toplum seni kurtaramaz ve hiçbir toplum ideal bir toplum olamaz. Ve hiçbir kurtarıcı yoktur:

İsa, Krishna, Rama. Suçluluk taşıdığın ve varlığının bir günahkâr olduğu saçmalığını sadece bırak.

Tüm enerjini dans etmeye, hayatı kutlamaya akıt. Ve bir ideal haline geldiğinde değil, şimdi ve burada olduğun zaman sen idealsindir.

Bugünkü hali ile ideoloji gerçekliğini yitirmiştir. Aslında o hiçbir zaman zaten orada değildi. Ve ikna etme gücü de kaybolmuştur. Artık çok az sayıda ciddi zihin, planların birisi tarafından oluşturulabileceğine ve toplumsal mühendisliğin yeni bir toplumsal ahenk ütopyası oluşturulabileceğine inanır.

Biz sonuna kadar özgür bir çağda yaşıyoruz. Biz büyüdük.

İnsanlık artık çocukça davranmıyor, o daha olgunlaştı. Biz son derece Sokrat tarzı bir dönem yaşıyoruz. Çünkü insanlar hayatın tüm önemli sorularını soruyor. Kimi gelecek ideallerine, ideale, mükemmeliyete özlem duymaya ve yanıp tutuşmaya başlama.

Tüm idealleri bırak ve şimdi burada yaşa.

Mükemmeliyetçilik tüm nevrozların kökündeki nedendir. İnsanlık mükemmeliyet fikrinden kurtulmadığı sürece asla akıl sağlığına kavuşamayacaktır. Mükemmellik fikrinin ta kendisi tüm insanlığı çılgınca bir hale sürüklemiştir. Mükemmellik terimleri ile düşünmek demek senin ideoloji, hedefler, değerler, -malı'lar, -mamalı'lar terimleri ile düşünmen demektir.

Yerine getirilmek üzere belirli bir kalıba sahipsin ve şayet kalıptan uzaklaşırsan muazzam bir suçluluk duyacaksın ve bir günahkâr gibi hissedeceksin. Ve bu kalıbın senin elde edemeyeceğin bir şey olması kaçınılmazdır. Onu elde edebilirsen o zaman onun ego için pek bir değeri olmayacaktır.

Bu yüzden mükemmeliyetçi idealin doğası gereği sahip olduğu nitelik onun elde edilemez olması gerektiğidir. Sadece o zaman elde etmeye değer. Çatışmayı görüyor musun? Ve bu çatışma, bir şizofreni yaratır: Gayet iyi bir şekilde gerçekleşmeyecek olduğunu bildiğin imkânsız bir şeyi yapmaya çalışıyorsun. O eşyanın tabiatı gereği gerçekleşemez. Şayet o gerçekleşebilirse o zaman pek mükemmel olmaz; o zaman herkes onu yapabilir. O zaman onun içinde egon fazla beslenemez: Senin egon onu yutamaz, onunla büyüyemez. Egonun imkânsız olana ihtiyacı vardır. Ve imkânsız doğası gereği gerçekleşmeyecek.

O zaman sadece iki alternatif kalır: Kişi suçlu hissetmeye başlar. Şayet sen masumsan, basitsen, zekiysen suçluluk hissetmeye başlayacaksın. Ve suçluluk bir hastalık halidir. Ben burada sana suçluluk yaratmak için bulunmuyorum. Benim tüm çabam senin tüm suçluluklarından kurtulmana yardım etmektir. Suçluluk duygusundan özgür olduğun an neşe patlaması gerçekleşir. Ve suçluluk mükemmellik fikrinin içinde köklenmiştir.

İkinci alternatif şudur: Eğer kurnazsan o zaman bir ikiyüzlü haline geleceksin, onu elde etmiş gibi davranmaya başlayacaksın. Başkalarını kandıracaksın ve hatta kendi kendini bile kandırmaya çalışacaksın.

Halüsinasyonların, yanılsamaların içinde yaşamaya başlayacaksın ve bu hiç kutsal değildir, hiç dindarca değildir, son derece sağlıksızdır.

Mış gibi yapmak, yalan bir hayat yaşamak, suçluluk hisseden bir adamın hayatından çok daha kötüdür. Suçluluk hisseden insan en azından basittir ancak ikiyüzlü olan, rol yapan, aziz, sözde ermiş, mahatma bir sahtekârdır. O basitçe insanlık dışıdır. Kendisine karşı insanca değildir çünkü o bastırıyor; mış gibi yapmanın yegâne yolu budur.

Mükemmel olana karşı olan kendisinde bulduğu her şeyi bastırmak zorundadır, içinde kaynıyor olacak, o nefret ve öfkeyle dolu olacak. Onun öfkesi ve nefreti bin bir şekilde dışarıya çıkacaktır; zor fark edilen şekillerde, dolaylı şekillerde yüzeye çıkacaktır.

İsa gibi —hoş, iyi— insanlar bile öfkeyle, nefretle doludur. Ve onlar öylesine masum şeylere karşıdırlar ki inanamazsın. İsa, takipçileri —kendilerine havari diyen bir grup aptal — peşinde olduğu halde gelir. Karnı açtır, tüm grubun karnı açtır. Bir incir ağacına gelirler ve incir ağacı henüz mevsiminde değildir. Bu onun suçu değildir fakat İsa öylesine öfkelenir ki incir ağacını kötüler, incir ağacını lanetler. Şimdi, bu nasıl mümkün oluyor? Bir taraftan, "Düşmanını kendin gibi sev" diyor. Diğer taraftan ise mevsimi olmadığı için meyvesi olmayan bir incir ağacını bile affedemiyor.

Bu bölünme, bu şizofreni binlerce yıldır insanlığa egemen olmuştur.

"Tanrı sevgidir" der ama yine de Tanrı cehennemi işletmeye devam eder. Şayet Tanrı sevgi ise yapılacak ilk iş cehennemi yok etmesidir; cehennem hemen yakılmalı, ortadan kaldırılmalıdır. Cehennem fikrinin ta kendisi çok kıskanç bir Tanrıya aittir. Ancak İsa bir Yahudi olarak doğdu, bir Yahudi olarak yaşadı, bir Yahudi olarak öldü; o bir Hıristiyan değildi, o 'Hıristiyan' sözcüğünü hiç duymamıştı. Ve Yahudi Tanrı anlayışı çok güzel bir anlayış değildir. Tevrat der ki —bu buyruk Tanrının kendi sözcükleri ile verilmiştir — "Ben kıskanç bir Tanrıyım, çok kıskanç. Ben sevecen değilim! Ben senin amcan değilim!" bu Tanrının cehennemi yaratması kaçınılmazdır. Aslında böylesi — amcan olmayan, sevecen olmayan, kıskanç olan— bir Tanrı ile cennette yaşamak bile cehennem olacaktır. Onunla yaşayarak ne türden bir cennete erişmiş olacaksın. Despotça, diktatörce bir atmosfer olacaktır: Özgürlük yok, sevgi yok. Kıskançlık ve sevgi bir arada var olamaz.

Bu nedenle sözde iyi insanlar bile insan mutsuzluğunun sebepleri olmuştur.

Bu incitir çünkü bu şeyler üzerine hiç kafa yormamıştık. Biz hiçbir zaman geçmişimizi ortaya çıkarmaya çalışmadık ve mutsuzluğumuzun tüm kökleri geçmişimizdedir. Ve şunu aklında iyice tut, senin geçmişine İsa, Mahavira, Konfüçyüs, Krishna, Rama, Buda tarafından, Büyük İskender, Julius Sezar, Timurlenk, Cengiz Han, Nadir Şah tarafından olduğundan daha çok hükmedilir. Tarih kitapları bu insanlardan bahseder fakat onlar senin bilinçaltının parçası değildir. Onlar tarihin parçası olabilirler fakat onlar senin kişiliğini oluşturmazlar; senin kişiliğin sözde iyi insanlar tarafından şekillendirilir. Kesinlikle onlar bazı iyi niteliklere sahipti fakat yan yana duran bir ikilik vardı. Ve ikilik mükemmellik fikrinden ortaya çıkar.

Jainalar Mahavira'nın hiçbir zaman terlemediğini söyler. Mükemmel bir adam nasıl terleyebilir? Ben terleyebilirim: Ben mükemmel bir adam değilim. Ve yazın terlemek o kadar güzeldir ki terlemeyi mükemmelliğe tercih ederim. Çünkü terlemeyen bir adam basitçe plastik, sentetik, nefes almayan, gözenekleri olmayan bir bedene sahiptir. Tüm beden nefes alır, bu yüzden terlersin; terlemek vücut ısını sürekli aynı şekilde tutmanın doğal bir yoludur. Şimdi, Mahavira içinde bir cehennem gibi yanıyor olmalıydı. Vücut ısısını nasıl değişmeden tutmayı başaracak? Terlemeden bu yapılamaz, bu imkânsızdır. Jainalar Mahavira'nın ayağını bir yılan sokup yaraladığında kan değil ayağından süt aktığını söylerler. Şimdi, süt sadece Mahavira'nın ayakları ayak değil, meme olsaydı mümkün olurdu. Ve ayaklarında memeleri olan bir adam bir sirke konulmalıdır.

Onların mükemmellik fikri budur: Mükemmel bir adam kan gibi kirli, kan gibi kanlı bir şeye sahip olamaz. O süt ve bal ile doludur. Fakat bir düşün: Süt ve balla dolu bir adam kötü kokacaktır. Süt kesilir çökelek olacaktır ve bal her çeşidinden sivrisinek ve sinekleri cezp edecektir; o tamamıyla sineklerle kaplanacaktır! Ben bu tarz bir mükemmellikten hoşlanmıyorum.

Mahavira öylesine mükemmeldir ki o işemez, o sıçmaz; böyle şeyler mükemmel olmayan insanlar içindir. Mahavira'yı bir klozetin üzerinde otururken hayal edemezsin — imkânsızdır— fakat o zaman tüm bu boklar nereye kaybolur? O zaman o dünyadaki en boktan adam olmalı. Bir tıp dergisinde bir adamla ilgili bir şey okumuştum: En uzun süren kabızlık vakası, on sekiz ay. Fakat bu tıp insanları Mahavira'nın farkında değiller — bu hiçbir şeydir — kırk yıl. Bu bir insanın bağırsaklarını kontrol edebildiği en uzun süredir. Bu gerçek yogadır! Tüm insanlık tarihindeki en büyük kabızlık vakası...ve başka kimsenin onu yenebileceğini sanmıyorum.

Bu aptalca fikirler, sadece insanlığın acı çekmesi için korunmuştur. Şayet bu fikirler zihnindeyse o zaman sen her şey hakkında suçlu hissedeceksin.

Bu dünyayı seviyorum çünkü o mükemmel değil. O mükemmel değil ve bu yüzden o gelişiyor; mükemmel olsaydı ölmüş olurdu. Gelişim sadece mükemmel olmamak varsa mümkündür. Mükemmel demek noktayı koymaktır, mükemmellik demek nihai ölümdür; o zaman onun ötesine geçmenin hiçbir yolu yoktur. Senin tekrar ve tekrar anımsamanı isterim ki ben mükemmel değilim, tüm evren mükemmel değil ve bu mükemmel olmamayı sevmek, bu mükemmel olmamayı kutlamak benim tüm mesajımdır.

Mükemmelliği çok dert etme. 'Mükemmellik' sözcüğünü 'bütünsellik' ile değiştir. Mükemmel olma terimleri ile düşünme, bütün olma terimleri ile düşün.

Bütünsellik sana farklı bir boyut katacaktır.

Benim öğretim budur: Bütün ol, mükemmel olmayı unut. Her ne yaparsan yap tam olarak yap; mükemmel olarak değil tam olarak. Ve fark nedir? Öfkeliyken mükemmeliyetçi, "Bu iyi değil, öfkelenme; mükemmel bir adam asla öfkeli değildir" diyecektir. Bu saçmalıktan başka bir şey değildir. Çünkü biliyoruz ki İsa öfkeliydi. O geleneksel dine, din adamlarına, hahamlara karşı gerçekten öfkeliydi. Öylesine öfkeliydi ki tek bir darbe ile tüm tefecileri elindeki bir kamçı ile tapınaktan dışarı sürükledi. Ve o öylesine gür bir sesle bağırıyordu ki hepsi korkmuştu: Onun öfkesi böylesine yoğun ve tutkuluydu. İçinde doğduğu insanların onu öldürmek zorunda kalması sadece bir rastlantı değildi. O gerçekten öfkeliydi, o başkaldırıyordu.

Unutma, mükemmeliyetçi, "Öfkelenme" diyecektir. O zaman sen ne yapacaksın? Öfkeni bastıracaksın, onu yutacaksın; o senin varlığında yavaş bir zehir haline gelecek. Onu bastırabilirsin fakat o zaman sen öfkeli bir insan olacaksın ve bu kötüdür. Öfke arada bir, kendi fonksiyonu olan, kendi güzelliği olan, kendi insaniyeti olan bir alevlenmedir. Öfkelenemeyen bir adam omurgasız olacaktır, cesaretsiz olacaktır.

Öfkelenemeyen bir insan sevemeyecektir de çünkü her ikisinin de tutkuya ihtiyacı vardır ve o aynı tutkudur. Nefret edemeyen bir insan sevemeyecektir; onlar birlikte el ele giderler. Onun sevgisi soğuk olacaktır. Ve aklından çıkarma ki sıcak bir nefret soğuk bir sevgiden çok daha iyidir. En azından o insancadır; onun yoğunluğu vardır, onun hayatı vardır, o nefes alır.

Tutkusunu kaybetmiş bir insan donuk, ölü, soluk olacaktır ve onun tüm yaşamı öfke olacaktır. O, onu ifade etmeyecektir, o, onu sürekli olarak bastıracaktır. Katman katman öfke birikecektir; o basitçe öfke olacaktır. Gidip sözde mahatmalarını ve azizlerini görebilirsin, onlar öfkeli insanlardır. Onlar öfkelerini kontrol ettiklerini zannederler. Fakat kontrol edilmiş bir öfkeyle ne yapabilirsin. Onu sadece yutabilirsin, nereye gidecek? O sana aittir, o senin bir parçandır. O orada ifade edilmeden kalacaktır.

Ne zaman öfke ifade edilirse ondan özgürleşirsin. Ve öfkeden sonra sen yeniden şefkat hissedebilirsin; öfkeden sonra ve fırtına dindikten sonra sen yeniden sevginin sessizliğini hissedebilirsin. Nefret ve sevgi, öfke ve şefkat arasında bir ritim vardır. Şayet birini bırakırsan, diğeri kaybolacaktır. Ve ironi şudur ki neyi bırakırsan bırak, onu sadece yutmuşsundur. O senin sisteminin bir parçası olacaktır. Hiçbir sebep yokken basitçe öfkeleneceksin; öfken irrasyonel olacak. O senin gözlerinden, senin hüznünden, senin karanlığından, senin ciddiyetinden okunacak. Sen kutlama yapamaz hale geleceksin.

Mükemmeliyeti bütünsellikle değiştir derken demek istediğim şey öfkeliyken bütüne öfkeli olmandır. O zaman sadece öfke ol, saf öfke. Ve onun güzelliği vardır. Ve biz öfkeyi insan olmanın bir parçası olarak, zıtlıklar oyununun bir parçası olarak kabul edebilirsek dünya daha iyi olacaktır. Doğuya Batı olmadan sahip olamazsın ve gündüz olmadan geceye sahip olamazsın ve kış olmadan yaza sahip olamazsın.

Hayatı kendi bütünselliği ile kabul etmek zorundayız. Belli bir ritim vardır, zıtlıklar vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder